Küçüktüm daha, belki 3 belki 4 yaşında, bir gün dediler ki “annen geldi, Ankara’dan”, babaanneme baktım ağlak ağlak “annem sen değil miydin” der gibi, konuşmaya başladığımdan beri “köseninanne” (lakabı kösenin kızı idi) dediğim bana 1 yumurtayi yedirebilmek için her defasında benimle birlikte ağaç dallarında gezinebilecek kadar sabırlı babaanneme, “sarıl kızım annen o senin” dedi, niye sarılacağımı bilemedim, çünkü o zaman sen sadece Ankara’dan gelen annemdin ve ben de içinde bulunduğum durumu anlayamayacak kadar küçük… Zaten olması gerektiğinden minik doğan kızının doğunun soğuk ve zorlu şartlarına dayanamayacağını düşündüğün için daha sıcak iklimde büyümesi için fedakarlık etmiştin etmesine de ben bilemezdim ki, sen nelere göğüs gerdin beni sağlıklı yaşatabilmek uğruna…
Bir sabah iş yerinin yanındaki kreşe götüreceksin diye kaldırmak için beni yüzünü bile yıkamadan gelip öperek uykumdan uyandırdığında, daha bir yudum su bile içmeden sobada ısıttığın sıcak şekerli sütün içine doğradığın ekmekle (şimdi bunun için cornfleksler var) bana kahvaltı hazırladığında “annem” oldun, “benim annem”. Öncesini zaten hayal mi ediyorum yoksa gerçekten hatırlıyor muyum bilmiyorum…
Kendi pijamalarını bile çıkarıp iş kıyafetlerini giymeden giydirdiğinde beni, bir yandan esneyip bir yandan saçlarımı taramaya çalışırken annem oldun yeniden en güzel saç tarayan “kuaför annem”…
Bir gün beni sıkı sıkı tembihleyip (kimseye açma kapıyı, ocağa dokunma, parfümlerle oynama vs.) evde yalnız bırakıp pazara gitmek için dışarı çıktığında ilk kez kimsesiz kaldığımı hissedip fırlamıştım sokağa peşine, ki sanırım o zaman en çok 4 yaşındaydım, yol kocaman ben çok küçüktüm karşıya geçip pazara ulaşabilmek için, iki tane bence yaşı gayet büyük mavi önlüklü ablanın yanına durdum ki onlar geçerken ben geçeyim, komşu teyzeler fark edip çığlık çığlığa aldılar beni yol kenarından. Annem döndü eve elinde pazar poşetleri ile, “annem” oldu yeniden gözlerindeki endişeyle “koruyucu annem”…
Kimsenin yapamadığı kadar güzel yaptığı pilavları yedirmek için bana bıkıp usanmadan anlattığı tek bir masalla, (1 tatlı kaşığı pilava kaç kere “kırmızı başlıklı kız” masalı anlatılabilir ki? sayısını hatırlamayacak kadar çok sayıda dinledim o masalı her kaşık için) her damağıma yapıştırıp sadece suyunu emdiğim pirinç lapası ile annem oldun yeniden kırmızı başlıklı kız masalını defalarca çileden çıkmadan en güzel anlatabilen “masalcı annem”…
Bir gün bir tatlı tarif ettim ona “hani, küçük parmağımdan ince ince dışı kahve rengi içi sarı, şekerli bir şey var ya ondan istiyorum” dedim, hemen aldı beyaz beyaz kurtcuk gibi şeylerden, ama ben görünce oturdum ağladım “bu değildi” diye, pes etmedi pişirdi güzelce, ağlamaktan vazgeçtim yedik hep beraber kadayıfımızı, annem oldu yeniden “aşçıların en yeteneklisi annem”.
Sokaktaydım top oynuyordum mahalledeki çocuklar ile, çocuklar dediysem hiç kız yoktı ki mahallede hep erkekti ve tek bildikleri maç yapmaktı, düşürdüler beni, şikayet etmek için gıcık şeyleri bağırdım aşağıdan balkona doğru “anne anneee” diye, “anne değil, annecim de ki senin seslendiğini bileyim” dedin, tek bağırışımla balkona çıkan annem oldun, “annecim”.
İlk kez oje sürdük parmaklarıma, (tırnaklarıma demek için tırnaklarım olması gerek, hiç olmadı) dedem “amanda benim yavrum ne güzel kesiyor tırnaklarını dişleriyle” dediğinden beri kesecek bir şey kamayıncaya kadar hep dişlerimle kestim, annemin hep renkli renkli ojeli parmakları vardı, çok özenirdim ellerine, kuğu gibi süzülürdü sanki, dayım da vardı fotoğraflarımızı çeken yanımızda, bütün parmaklarımda kırmızı kırmızı ojeler, annem oldu yeniden elleri kuş kanadı gibi uçuşan “kainat güzeli annem”.
Sonra bi gün çok hasta oldum ki ben zaten bademciklerim alınana kadar hep hasta olurdum. Aldı ılık (ılıkmış pehh!! Ben çok ateşliydim bence Adriyatik denizine gece gemiden düştüm sanki su değince tenime) suyun altında öpe koklaya yıkadı beni ateşim düşüp gözümü açtığımda yeniden oldu annem “doktor annem”.
Gün oldu ateşim düşmedi, sabahlara kadar sabahladı başımda aldı doktora götürdü, iğne yazdılar reçeteye, gittik aldık enjektör iğnesi boyum kadar çıktı (ben zaten hep küçücüktüm, bademciklerim alınana kadar yediğim iğneler hep kocaman) geçmiyor diye hastalığım, annem iki dizinin arasına beni sıkıştırıp “20’ye kadar sayabilir misin? Say da hemşire teyzeler görsün dedi” 1,2,3,…10 olmadan yaptı iğnemi (annem zaten hemşireydi) annem oldun yeniden iğne yaparken hiç acıtmayan “hemşire annem”.
Üstümü gece açmayayım, hasta olmayım diye ben ilk okul bitinceye kadar her gece koltuk altımdan sıkı sıkı bağladığın battaniyem sayesinde üşümeden uyudum yıllarca, bir daha kolay kolay hasta olmadım da, her şeye deva bulan annem oldun, “pratik zekalı annem”.
Evden çıkmadan kirleneceğini bile bile, okula en düzgün, en temiz önlükleri giyip gitmem için onca işinin arasında ütü masasının arkasında önlük ütülerken hatırladığım görüntün ile ev işlerinin prensesi annem oldun “ütücü annem”…
Sıcacık kazaklar örerdin bana, sobalı evimizde sobanın yanmadığı ya da az yandığı günlerde üşümeyeyim diye, hep örerdin zanten, bana da babama da, her giydiğimde ben o güzelim kazakları, sıcacık tutardı, yanında uyuduğum geceler gibi, “sıcacık annem oldun”.
Ben zaten hep erken kalkardım hafta sonları da olsa, sen hep sabah gelirdin devlet emri ile kaldığın hastane nöbetlerinden, sen uyurken, gelirdim yanına bakardım hiç hareket etmiyorsun. Öldün sanırdım dürtüp uyandırırdım, “nefes aldığın görünmüyor, ölü ölü yatıyosun” derdim, sen de bana “bak saatin büyük kolu şuraya, küçük kolu buraya gelince gel uyandır beni” derdin, 5. Kez uyandırıp “geldi mi kollar olması gerektiği yere” diye sorduğumda yarı uykulu gözlerinden alevler çıkardı uykusuzluktan, sesini çıkarkmazdın, bazen yastığı fırlatırdın sinirden, o zaman yastık savaşını başlatan annem olurdun, “oyuncu annem”.
Okumayı öğrenirken “baba” yı heceleyemiyorum diye küstün bir pazar günü, heceletinceye kadar da zaten hiç vaz geçmedin çabandan, o zaman “herşeyi de nerden biliyor bu annem” oldun, “öğretmen annem”.
İlkokul ikinci sınıfdaydım ve o zaman da olduğu gibi ömrüm boyunca hiç bir zaman ders çalışmayı sevmedim. Apartmanın karşısında bir sinekli bakkal vardı, birde sinekli bakkalın sümüklü çırağı… “Ders çalışmazsan, notların düşük gelirse evlendiririm seni sümüklü bakkal çırağı ile gider o sinekli bakkalda yaşarsın” dedin, o gazla bir çalışmaya başladım toplamda 18 sene okudum, 19. seneyi de okurken işe girdim kurtuldum sandım sınavlara girmekten. İşte beni o gaza getirme lafları ile yönlendiren annem oldun, “yaşam koçum annem”.
Yaz tatili sabahları yapayalnız uyanırdım uykudan, ilk işim mutfağa gitmek olurdu, tezgahın üstünde duran su içmek için doldurduğum bardağı ağzıma götürdüğümde, sabah senin de evden çıkmadan o bardaktan su içtiğini anlardım çünkü bardakta ruj tadı olurdu, başlangıçta hiç sevmezdim o tadı, sonra kimsesiz gündüzden akşam iş dönüşüne kadar süren tek başınalıklarımın anne kokusu oldu uzun tatiller boyu, su bardağındaki ruj lekesiyle birlikte kokulu annem oldun, “mis kokulu annem”.
Okulsuz tatil günlerinde arardın beni her gün ev telefonundan “kahvaltı yaptın mı?,” diye sormak için, “evet” derdim, “ekmek arası yağlı domates yedim” , “gene mi aynısı” derdin, “kızım dolapta şunlar var, söyle yap böyle yap onu ye, ama ocağa dokunma!!” derdin, para kazanmak zorunda olduğu için telefonun ucundan beni büyüten annem oldurdun o zaman işte, “talimatçı annem”.
Üniversite sınavlarına girdin ben ilk okulun son sınıflarındayken, üniversite okuyacağım diye akşam Tv’den uyuklayarak izlediğin ders programlarınla geçtin girdiğin her sınavdan, çalışkan annem oldun, “başarılı annem”…
Her hafta sonu sen uyurken ben çizgi film izlemek için saatimi kurardım hatırlıyor musun? Sabah 7:30 da başlardı “Uçan Kaz Norton” ve ben onu izleyebilmek için kalkardım belkide güneş bile bulutların arasında esnemeye devam ederken. Çizgi film biterdi, hafta içi çalışan annelerin hafta sonu uyanma vakti henüz gelmeden kahvaltı hazırlardım sana çocuk aklımla, hem de her defasında yağda yumurta!! Uyanır tadına bakardın, yanmış, yapışmış, pişmemiş, yumurta bile olduğu anlaşılmaz vaziyette tavada yatan şeyler yedin pekçok kez benim yüzümden ve hiç sekmeden “hımm” derdin, “çok güzel olmuş”, sen bilmezdin ama işte o zamanlar yeniden annem olurdun hep daha güzelini yapmaya teşvik eden “gurme annem”.
Gördüğüm, beğendiğim her oyuncağı alırdın bana, kendi yaşantında çocuk olup oyuncaksız büyümenin ne demek olduğunu çok iyi bildiğinden belki de, bende onların hep elbiselerini kesip başka bebeklere dikerdim sandık odasının gıcırtılı kapısını gıcırdamasın diye olağan üstü bir özenle açıp, makası ve dikiş kutusunu tel dolaptan aşırıp. İlk o odaya girmemi yasakladığında, özgürlüğümün sorumluluklarımın sınırında olduğunu öğreten annem oldun, “yasakçı annem”.
Ben hep uğraştım yüzünü güldürmek, başarılı olmak, bu dünyanın bana koyduğu senin öğrettiğin kuralların içinde mutlu yaşamak, ortalama bir insanın bu yaşamdan aldığı zevk kadar zevk alabilmek için ama olmadı… Sanırım olamazdı da her sabah kalktığımda aynada bu beni göremek, bu kafanın içine sıkışıp kalmak böyle bir şey demek… Keşke olduğu kadarı ben dahil herkese yetebilse…
Ankara’dan gelen annem, benim annem, kuaför annem, koruyucu annem, masalcı annem, aşçıların en yeteneklisi annem, annecim, kainat güzeli annem, doktor annem, hemşire annem, pratik zekalı annem, ütücü annem, sıcacık annem, oyuncu annem, öğretmen annem, yaşam koçum annem, talimatçı annem, başarılı annem, gurme annem, yasakçı annem, CANIM ANNEM;
Biliyorum sevgimi gösteremiyorum ve sadece üzmeyecek kadar (belki de sadece üzebilecek kadar) ifade edebiliyorum sana. Babaannemin hep dediği gibi “çok seversem şımarırsın diye korkuyorum” diye değil bu tutumum, sen yanımdaydın ama ben hep yalnız büyüdüm, tercihimin de bu olduğu iddia edildi hep ama değildi aslında, bir baktım ki kocaman duvarlar örmüşüm çevreme çıkamaz, yıkamaz olmuşum, sevgisiz, huysuz, maymun iştahlı, her şeyi bileceğim, her şeye yeteceğim diye koşan, coşan ukala biri olmuşum, hepsinden çok daha yalnız biri olmuşum. Evet belki de nohutmuşum, leblebi oldum sanmışım boyum seni geçince, “ben böyleyim işinize geliyorsa” demek de kurtarmaz beni biliyorum, çünkü hep kuş kadar beynimle “yeniliğin, çeşitliliğin” gerekliliğini savunuyorum ama seni çok seviyorum. (Bir cümlede ama varsa önceki yargının hiçbir hükmü yoktur derler) Bazen bunun böyle olmadığını düşünmene neden olsam da hiç görmezden gelemeyeceğim bir ukalalık ve bu hayatta var olmak için giydiğim savaş zırhı bencilliğim, mücadele ettikçe daha da içine gömüldüğüm yalnızlığımla seviyorum seni. Dilimin ucuna gelse de söyleyememem, hep istesem de yanında olmamam bunun aksini ifade edemez, seni incitmeme izin verme lütfen.
Annem, annecim, annelerin en güzeli, en başarılısı, anneler günün kutlu olsun canım annecim…